Çin Guilin'de Miao Halkı kıyafetleriyle

26 Aralık 2011 Pazartesi

PROSEDÜR BÖYLE

Berlin biletimi alırken frequent flyer mil numaramı girdim, uçarken girilmiş mi diye gene kontrol ettim, girilmiş. Amma ve de lakin, millerim işlenmedi. Sebep ismim kayıtlarda bulunamamış. Haydaaa. Yaşar ne yaşar ne yaşamaz mıyım ben? Aradım havayolu şirketini. Doğumtarihi ve kimlik numaramı söyledim, tamam tutuyor. Siz kimliğinizi fakslayın sizin siz olduğunuzu anlayalım, telefonda sizin siz olduğunuzu nerden bilelim dediler. Saçmalamayın, şimdi kimlik no ve doğum tarihimi sordunuz ya dedim. Biletimi alırken göbek adımı kaydetmemişim, ismimle almışım, o yüzdenmiş bu tantana. ‘Prosedür böyle’ dedi, hizmet etmeye yanaşmayan müşteri hizmetleri. Yetkilinizle görüşeyim dedim, saf bir Amerikalı gibi, ne de olsa 13 sene orda yaşadım. Yetkili ne dese beğenirsiniz, ‘prosedür böyle’ dedi. ‘Beyefendi, ben başkasıysam Berlin’e siz beni nasıl uçurdunuz, uçarken pasaport kontrolü yaptınız’ dedim. ‘Prosedür böyle’ diye teybe bağlanmış beyin cevap verdi. Beyefendi kaç tane Mehpare tanıdınız hayatınızda, adım Fatma olsa hadi, yaptığınız bürokrasi, başka bir şey değil dedim. Teyp tekrarladı, ‘anlıyorum ama prosedür böyle’. ‘Siz yetkili değil miydiniz, en iyisi bana sizin de yetkilinizin telefonunu verin’. Yetkilinin yetkilisi bana açıklama yapıyor, ‘insanlar başkalarının mil numaralarını kullanarak uçuyorlar. Haklıdır, ama ben Ankaraya uçmadım ki, pasaport kontolü geçerek Berlin’e uçtum, ayrıca kimlik numaramı, doğum tarihimi doğru söylemem yetmiyorsa, yani bütün bunları bir yerlerden çakma sağlayıp birilerine mil sağlamak için başarılı olup uçabildiysem-yani teori buysa- o kişinin kimliğini mi fakslayamayacağım. Sayın yetkili bir de bütün dünya da sizinleyiz, uluslararası bir havayoluyuz diyorsunuz bu nasıl iş diyorum. ‘Prosedür böyle efendim’ diyor.


Sağlık sigortamın geçerli olmadığı bir doktora gidip ufak bir müdahele yaptırıyorum. 600TL ödüyorum. Fatura almayı o telaşla unutuyorum. Fatura diyorlar alıyorum, fotokopi olmaz, aslı gibidir kaşesi lazım diyorlar, hastane orjinal faturanın 2. orjinal nüshasını veriyor. Aslı gibidir kaşesi diyorum, hastane personeli bu orjinal kopya deyip reddediyor isteğimi. Bence de mantıklı. Şu meşhur sigorta şirketi (merak edenler email çeksin adını vereyim) olmaz diyor, aslı gibidir şart, prosedür böyle. Artık bıçak ve kemik durumundayım.


‘Lütfen bu email’ı genel müdürünüze yollayın. Bürokrasi üreten, elemanlarına insiyatif ve akıllarını kullanma yetkisi vermeyen bir şirketle çalışmak istemiyorum, isminize yakışmıyor. Biri bana orjinal faturanın 2.nüshasının neden geçerli olmadığını makul bir lisanda açıklasın,’ diye email attım. Araba, ev, sağlık, bireysel emeklilik, hepsi başka şirketlere yönlenecek artık. Başka şirketin bundan farkı olmayacak ama ben de protesto etmiş olmanın tatminini yaşayacağım. Bizler tüketici olarak bilinçlenmezsek bu ‘prosedürler’ hiç bitmeyecek.


Balzac’ın dediği gibi bürokrasi pigmeler tarafından yönetilen korkunç büyüklükte bir mekanizma!

21 Aralık 2011 Çarşamba

Konya’da Şeb-i Aruz

Üç hatun düştük yollara... Bilenler Şeb-i Aruz gecesi çok kalabalık, politikacıların konuşmaları çok uzun başka bir gün seç dedi ama ben ayak diredim. Hayatımda bir kere de olsa görmek istiyorum!

Ümmühan biletleri halletti, Betül gazeteci, konaklama ve biletleri ben hallederim dedi. Bana da resim çekmek düştü.

Daha önce iki kere geldim Konya’ya ama uzun zaman geçirmedim meğer ne çok yer varmış görülecek. Alaettin Camii’ne girerken girişi süpüren bir amca ben burada 6 senedir gönüllü çalışıyorum, gelin size anlatayım dedi. Çivi ve tutkal kullanılmadan yapılan kündekarı mihrabdan, Roma tapınaklarından devşirilen sütunlara, Selçuklunun sembolü yıldıza kadar herşeyi gösterdi, anlattı ve bahşişi haketti.

Şems’in türbesi önünde beyaz kıyafetler giymiş Avrupalıya benzer kadınlı erkekli bir grup gördüm. Litvanyalı Müslümanlarmış, sufizmin rengi diye beyaz giymişler.

Mevlana’nın türbesinin içindeki duaya dinlemeye gittik. Kalabalık dışarlara taşmış, içeri girmek ne mümkün! Dışarda 70 milletten insan, Japon amcam geleneksel kıyafetini giymiş, ayağında çorapla giydiği tokyolar... İçerde Mevlana’nın 22. Kuşaktan torunu Esin Çelebi Bayru hanım. Çelebi Mevlana soyundan gelenlere verilen bir ünvan.

Biz de barkovizyondan seyredeceğiz türbe içindeki törenleri. Ha bu arada biletler nerde? Resim çekerken şuraya koydukdu, eee zarf burda ama biletler ayaklanıp gitmiş. Birileri huşu içinde alıp götürmüş biletlerimizi. Yankesici dediğin para çalar. Dua etmeye gelenlerden biri mi çaldı acaba biletleri? Bu nasıl bir vicdandır? Dua esnasında hayatını idame ettirmeye yaramayacak bir şeyi çalmak.

Neyse Betül gene bilet sağlıyor bize. Bu sefer plastik sandalyelerdeyiz. Neyseki birileri gelmemiş, koltuklara geçiyoruz. Ahmet Özhan’ın seside gümbür gümbürmüş meğer. Hiç böyle bilmezdim! İnsan sevdiği işi yapınca böyle oluyor demek. Ardından politikacılar başlıyor konuşmaya susmamacasına. Cumhurbaşkanı telgraf yollamış. Telgraf denen şey kısa olur, bu iki sayfa. Telgraf değil, mektup mübarek!

Sonunda sema başlıyor. 39 tane semazen çiçek açıyor karşımda. Biri de çocuk! Bir elleri yukarda diğerleri aşağıda. Allahın sevgisini yukardaki elleriyle alıp kalplerinden geçirip diğer elleriyle insanlara veriyorlar. Semazenin başındaki sikke mezartaşını, beyaz elbisesi kefenini, hırkası kabri, kollarını bağlaması ise Allah’ın birliğini temsil ediyor.

Sema bitip otele döndüğümüzde lobide kokteyl masalarını gördük. Herhalde devlet erkanına bir ikram var diye düşündük. Şeb-i Aruz Mevlana’nın ölüm yıldönümü olduğundan un helvası dağıtıyorlar. Ne ince bir düşünce, öyle değil mi? Maria Callas’ın dediği gibi mükemmellik detaylarda gizlidir.

KONYA MUTFAĞI

Yürürken Somatçı diye bir lokanta gözümüze ilişiyor. Somatçi sofrayı kuran kaldıran kişi anlamına geliyor. Fihi Ma Fih (herşey içinde anlamına geliyor ve Mevlana’nın eserlerinden biri) denen aşureye benzeyen bir çorba, Mevlevi mutfağından erişteli yoğurt çorbası olan tutmaç, cevizli közlenmiş biber çorbası ve yılda sadece 15 gün toplanabilen bir dağ bitkisi olan karamık otu çorbası deniyoruz. Ardından sirkencübin getiriyor garson. Bal, üzüm sirkesi ve sudan oluşan bir içecek bu. Aç karnına mevleviler zihinlerini açmak için içerlermiş bu karışımı. Bal sirkeden az olursa sirkencübin olmaz derlermiş zamanında. Bademli bulgur ve badem helvasıda Mevlevi dergahından günümüze gelmiş. Tarihi yemeklerde sıvı yağ, domates, salatalık, biber kullanılmazmış.

Manavda çıtlamak için mısıra benzer bir sebze alıyoruz. Adı telmiye. Ağzınıza atınca kabuğu soyuluveriliyor. Tuzlayıp yiyorlarmış.

GÖREMEDİKLERİM

Havaalanına giderken taksi şoförü, Şeb-i Aruz gecesinde sabaha karşı 3’de İranlıların siyahlar giyerek Mevlana türbesi civarında zikir ayini yaptıyorlar diyor. İlginç olmalı kaçırdım.

Beyşehir’de Selçuklulardan kalma akustiği mükemmel ahşap Eşrefoğlu camii varmış. Zamanında üstünün bir kısmının açık olduğunu ve yağan karın bir havuzda biriktiğini duydum. Ne zamanki çatı tamamen kapanmış, ağaçlar çürümeye başlamış. Bugün nem çekici aletler koymak için çalışmalar varmış. Camii’nin altında ise Mevlevi çilehaneleri. Buralarda nefsini yenmeye çalışıyormuş can’lar.

Sille diye Konya’ya çok yakın kerpiç evleri ve kiliseleriyle gezilesi bir köy varmış, bu sefer nasip değilmiş, bir dahaki sefere.

Çatalhöyük’de bir daha gidilecekler listesinde...


22 Kasım 2011 Salı

Isabel Allende’nin The Sum of Our Days Kitabından Kültürel Farklılıklar Hikayeleri

Salvador Allende’nin yeğeni olan yazar, Pinochet döneminde ülkesi Şili’yi terk edip Venezüella’ya yerleşir. 1990’larda ise Amerika’ya. 2006 İtalya Kış Olimpiyatları açılışında bayrak taşıyan 8 kişiden biridir. 8 kişiden onu en çok etkileyense Afrika köylerinde kadınlarla çalışan ve bugüne kadar 30 milyondan fazla ağaç diken Wangari Maathai.

‘Amerikalı eşim Willie asla neden çocuklarıma yakın oturmak istediğimi anlayamadı çünkü Amerika’da çocuklar okulu bitirince ailelerini terk eder ve sadece Şükran günü ve Christmas’da evlerine döner. Amerikalılar Şililerin klan halinde yaşama geleneğini duyunca şok oluyorlardı’ der kitabında

Budism ve Hinduism’de sık sık görülen tütsü, mum ve çiçekler şunları sembolize eder. Düşüncelerimiz aynı duman gibi havaya yükselir. Mum aklı, netliği ve yaşamı temsil eder. Çiçek güzellik ve devamlılığı anlatır, ölselerde arkalarında tohum bırakırlar.

Şili’de emniyet kemeri takan pek yokdur. Kimsenin zamanından önce ölmeyeceğine inanılır.

Hindistan seyahatinde bir kadın bebeğine ona vermek istemiş. Neden diye sorduğunda, ‘çünkü kız, kimse kız istemez’ demişler.

Arkadaşı Çin’den evlat edinmek istediğinde ise Çin’de sadece kız çocuklarının yurtdışına evlatlık verildiğini öğrenmiş.

Mavi gözlü eşi Willie Moğolistan’a gittiğinde, eski Çin gelenklerine göre küçük kalsın diye çocukluğunda ayakları bağlanıp deforme edilen 100 yaşındaki kadın Willie’yi görünce çığlıklar içinde kaçmış. Daha önce hiç mavi gözlü kimse görmediğinden ölümün onu almaya geldiğini düşünmüş.

....ABD’de Baptist rahipler kadının erkeğe boyun eğmesi gerektiği hakkında söylevler vermeye başladı. Binlerce aile çcocuklarını laik fikirlerinden korumak için okula yollamayıp evlerde eğitmeye yöneldi. Sonra bu çocuklar Hristiyan Üniversitelere gittiler. Bush zamanında Beyaz Saray’daki stajyerlerin %70’i bu okul mezunlarıydı...

ABD’nin motto’su ‘the land of the free and the home of the brave’ yani özgürün yurdu, cesurun eviydi. 11 Eylül sonrası cesur kısmı çok ironik gelmeye başladı çünkü korku sürekli işlenir oldu. Şili’li arkadaşı her seferinde Arap sanılıp uçakdan indirilip aranmak yerine kafasını sıfır numara kazıtmak zorunda kaldı.

Çinli muhasebecisi Çinden bir web sayfasından kendine uygun hemşire bir gelin buldu. Gelin tek kelime İngilizce bilmeden, kayınvalidenin kötü tavırlarına rağmen ABD’ye gelmekden çok mutluydu. Neden mi? 3-4 ayda bir hastanenin baş cerrahıyla beraber bir hapishaneye gidip ölüm cezasına tanıklık ediyordu. Mahkumlar vurulur vurulmaz, cerrah organlarını alıp buz kutularına koymaya başlıyordu. Böbrekler, karaciğerler, gözler...Hem hapishane hem de cerrah bu işten iyi para kazanıyordu.

Şili’nin milli bir azizi var Padre Hurtado. Halk ondan yardım isteyip kiliseye bağişta bulunur. ‘acıtana kadar ver’ der Padre Hurtado. Güzel der...








13 Kasım 2011 Pazar

Berlin

Almanlar çok kitap okuyan bir millet. Ülkede her sene 70bin yeni kitap basılıyor. Bir yılda basılan kitap sayısı açısından ABD’nin arkasında ikinci sırada geliyor Almanlar.

Mevsim yılbaşına yakınlaştığı için meydanlarda hediyelik eşya standları kurulmuş. Tabii bol bol da sosis ve bira satıyorlar. İlk heves alıyorum koca bir sosis ve bir bardak bira. Ama her gün her gün sosis görmekten bir süre sonra gına geliyor. Sabahın köründe bile metrolarda bira içiyorlar bu Almanlar. Ama Rusya’daki gibi sarhoşları görmüyorum. Edebiyle içiyorlar demek. Almanlar dünya alkol tüketiminde en baş sıralarda geliyormuş.

New Orleans’ın Mardi Gras’ı, Venedik’in Karnaval’ı, Güney Almanya’nınsa Fasching’i var. Fasching kelimesi Fastnacht’dan yani oruca başlangıç gecesi kelimesinden türemiş. Çoğu bayram gibi Fasching’de pagan gelenekleriyle Hristiyan elementlerin bir karışımı olarak ortaya çıkmış. Kökeni kışı kovmak için yapılan ritüellere dayanıyor. Ayrıca eskiden alt tabaka maskeler ve kıyafetlerler bu bayramı aristokrasi ve din adamlarıyla dalga geçmek için kullanırmış. Bayram olduğu içinse ceza almazlarmış. Bugünse bu kıyafetler pop kültürün bir parçası olmuş

Ash Wednesday’den bir gece önce gençler yolları bir iple kapıyormuş ve gelip geçenden garip bir miktarda para istyormuş 3 euro 32 cent gibi.

Almanlar Avrupa’nın en gezgin halkı. Tatile yılda 35 milyon euro harcıyorlar.

Kredi kartı geçmiyor her yerde. Yaptığım 230 euro’luk alışverişe bile kart kabul etmiyorlar. E-card kabul ediyorlar bir tek. Naylon torba yerine kumaş torba kullanıyor çevreye saygılı Almanlar.

Voltaire’in Candide operasına gidiyorum, müzikler güzel ama opera binasi beş para etmez. Adamlar, "you can't kill me, I am too sick to die" cümlesinde yerlere yatıyorlar gülmekden.

Metrolarda Pegasus reklamları var. Ayrıca ‘Türkçe’ ‘Bir Almanyayız’ sloganları yazılı. Başıörtülü bir Türk doktor ve Alman bir hemşire bir hastayı beraber muayene ediyorlar.

Almanların cimriliği meşhur. Havaalanında ve lokanta da bile WC paralı.

Elma suyuyla maden suyunu karıştırıp içiyorlar. Yemekler berbat. Servis daha kötü. Sandwich ve su alıyorum, kadın kasanın tuşlarına basarken kredi kartıyla ödeyebilir miyim diyorum, kadın bir dakika bir dakika diyor sinirlenerek. Bu birkac kere daha oluyor. Multi-tasking yapamıyorlar.

Set öğlen menüsü olan Japanese Cuisine adlı sushi lokantasına gidiyorum, Janet Jackson gelmiş, duvarda resimleri var, öğlen menüsü istiyorum, en çabuk o gelir di mi, bir saat sürüyor. Nerdeyse ucağı kaçırıcağım.

Sex and the City'nin bir bölümünün çevrildiği 1811’de kurulan  Lutter and Wegner adlı lokantaya gidiyorum. Duvarda hiç Sex and the City'e ait resim yok, acaba web'de uydurdular mı diye düşünüp garsona soruyorum, evet evet ben servis yaptım, face'de resimlerimiz var diyor. O kadar kendilerine güveniyorlar ki, Sex and the City'de neymis der gibi bir resmini bile koymamışlar. Bravo doğrusu. Bir somon fümeyi nasıl bu kadar lezzetsiz hale getirebilmişler şaşırdım doğrusu, iki Alman şarabı deniyorum, tatlı şarap ya beğenemiyorum.

Bergama müzesine web’den bilet alayım dedim. Yarım saat arayla bilet alabiliyorsunuz. Hermitage’da yoktu böyle birşey. İstediğiniz zaman girebiliyordunuz. Müze inanılmaz. Efes'i alıp taşımışlar ve bir çatının altına sokmuşlar gibi. Fotokopi bilgi koymuşlar sağa sola. Al istersen ama çıkarken parasını öde yazıyor o kadar güveniyorlar, ödeyeceğinize. Fotokopide Türk ve Alman hükümetlerinin anlaşmasıyla eserlerin Almanya’ya getirildiği yazıyor. Neden eserler geri isteniyor o zaman? Müzedeki eserler için Türkçe açıklamalar yazmışlar ve Türkçe rehber kulaklık veriyorlar. En azından bu kadarını yapmışlar.

Engelli insanların cinselliklerini yaşamasını sağlamayı amaçlayan ‘cinsel asistanlık’ Avrupa’nın bazı ülkelerince ‘profesyonel meslek’ sayılıyor, diğerlerince farklı gözle bakılıyor. ‘Nasıl dokunacağını ve dokunulacağını gösteriyor’ bu asistanlar, kimisi ise orgazma ulaşmasına yardımcı oluyor. İsviçre’de 8 yıldır meslek bu iş. Hollanda, Almanya ve Danimarka’da da var. Fransa’da ise meslek sayılmıyor. Saatte 220 euro kazanıyorlar. Kimisi aile sahibi.

Sabah 7:30'da gezmeye başlayarak gezmek istedigim heryeri geziyorum dört günde. Ne demişler erken kalkan yol alır.


5 Kasım 2011 Cumartesi

Bhutan ve Düğün

Bhutan kralı Jigme evlendi, Asya sarsıldı. Asya sarsılsa gene iyi, dünya sarsıldı. Yahoo’da haber üstüne haber. İngiltere’de uluslararası ilişkiler okumuş Bhutan Kraliçesi Jetsun Pema yeni kraliyet stil ikonu oldu diye. Yahoo diyor ki tamam Kate Middleton bilinmedik modacıları gün ışığına çıkarıyor, eski modaları geri getiriyor amma ve de lakin 21 yaşındaki Jetsun Pema’nın gelinliği de süperdi. Gelinlik Bhutan’ın geleneksel kıyafetleri olan ve bileklerine kadar uzanan, sarılarak giyilen 'kira' denen etekdi ve aylarca elde işlendi. Modacıların gözünden Avrupai moda yaklaşımları da kaçmadı.  Bir kere kolların kontrast renkde olması bu sene Burbery ve YSL’nin kullandığı trend. Ayakkabılar ise Fendi’nin moda anlayışı. Muhtemelen modacılar Bhutan geleneksel kıyafetlerinden esinlendi, tam tersinin olması pek olası gözükmüyor.
 
Oxford Uluslararası ilişkiler mezunu damadı Elvis’e benzeten çok. Damat yıllardır süren kızkardeşlerle evlenmeyi içeren çok eşliliği kaldırdı. Çünkü üvey anneleri aynı zamanda teyzeleri, kardeşleri aynı zamanda kuzenleri. O zaman ağbisinin çocuğu nesi olur diye soran bilmece gibi oldu di mi?
 
Tur şirketleri ‘son Shangri-la’ yani dünyadaki son cennet diye anılan bu ülke bu kadar göz önünde olunca hemen bu işi nakide çevirmenin bir yolunu bulmuş. Bhutan’da evlilik yemininizi tekrarlamanız için bir tur düzenliyor size özel. Budist rahipler önce yıldız haritanıza bakıp sizin için hangi tarih önemli söylüyor. Ona göre yola çıkıyorsunuz. İki cihanda da mutlu olabilmeniz için Budist rahipler ve lamalar sizleri dualar ve seremonilerle yeniden evlendiriyor ve kutsuyor.

Ücret konusunda bir bilgim yok. Yalnız Bhutan krallığı ülkesinin sırt çantalı ucuz turistlerle dolmasını istemediğinden gün başına sizden 200 dolar vergi rica ediyor.

Bhutan adam başına düşen milli gelirden çok adam başına düşen mutluluğa önem verdiğini söyleyen bir ülke. Ama seyahat esnasında tanışıp arkadaşlığımı sürdürdüğüm Bhutan’lı arkadaşım (internet sağolsun-1999’da serbest bırakılmış) bunun bir şehir efsanesi olduğunu söylüyor.

Ülkeye TV 12 sene önce gelmiş. 2 sene önce ziyaretim sıratında 'parlementonun görevleri nedir' dersi versin diye İngiltere’den bir grup ders veriyordu Bhutan’lı parlementerlere. Ülkede sigara içmek yasak ama her yasak gibi bu yasak da uygulanmıyor. Gümrükde sigarayla yakalanırsan cezası var yalnız.
 
Neyse onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine. Gökden üç elma düşmüş kimin muradı varsa onun başına...

24 Ekim 2011 Pazartesi

Amerikalı vs Türk

ABD'de yaşayan ve Ekim'de evlenen kuzenim University of Michigan'da Acil Servis doktoru. THY ile yaptığı bir Michigan- Istanbul ucak yolculuğunda anons edilmiş, ucakda doktor var mı diye. Yerde yari baygın ve suratı silme ter hastayı gören kuzenim kalp krizi geçirdiğini düşünmüş. Etrafında bir sürü Türk ise Türkçe iyi misin, neyin var diye soruyormuş. Kuzenim alışkanlıkdan İngilizce iyimisin diye sorunca adam sevinçle oh sonunda, dilimi konuşan biri, bu insanlar ne diyor anlamıyorum, bayıldım habire suratıma su atıp durdular demiş. Neyse ki hastanın bir şeyi yokmuş.

THY teşekkür için bir bardak portakal suyu vermiş. Diğer arkadaşlarımın başına böyle bir şey geldiğinde business'a upgrade ediyorlar diyor kuzen.

19 Temmuz 2011 Salı

Ya Fetah- Allah'ın Fetih Gücü

Ayasofya'nın içinde sol tarafta bulunan kütüphanede Osmanlı zamanında 4000 adet el yazması kitap varmış. Duvarları çinilerle kaplı bu kütüphanenin kapısında bugün arapça yazılı bir kilit asılı. Arapça yazıda, 'Allah'ın fetih gücü' yazıyor. Yalnız bu fetih gücü fiziksel bir güç anlamında değil, sanat, kültür ve bilimle fethetmeyi anlatıyor.

Mimar Sinan Süleymaniye camiini bitirdiğinde, camiiyi kim açacak diye sorulur. Sinan, 'elbette hünkarımız' der. Kanuni ise 'Sinan' der. Sinan, 'haşaa Hükümdarım' der. Bu konuşma ileri geri gider gelir üç kere. Sonunda Kanuni, 'Ya fetah' der, yani  'Allah'ın fetih gücü' ve Sinan camiiyi açar.

Ya Fetah sembollü anahtarlığı Ayasofya'nın hediyelik eşya satan dükkanlarında bulabilirsiniz.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

ispanya

İspanya 15-22 Haziran 2011
Bir ülkeyi sevmek için dört kere gitmek gerekir mi? Gerekirmiş! İlk defa 18 yaşında gittim İspanya’ya. Avrupa başkentleri turunun bir parçasıydı. Çok etkilenmemiştim Madrid’den. 23 yaşında Güney Amerika’ya giderken Iberia havayolları Madrid’de aktarma yaptığından bir gün daha kalıp Prado müzesi ve sarayı gezmiştim. Gene çok bayılmadımdı Madrid’e. 41 yaşımda Barcelona’ya gittiğimde, hani güzel de o kadar da abartılacak bir yer değil demiştim. Ama bu sefer aşık oldum İspanya’ya. Hani ihanet edeceğimden korkmasam İtalya’dan daha çok sevdim diyeceğim. Endülüs büyüledi beni gizemiyle. Cordoba’da bıraktım kalbimi, Toledo’da kaldı ruhum, benliğim. Ah bir de Haziran ortası 41 derece sıcak olmasaydı!
O sıcakda zevk almak da zorlaşıyor, nefes almak da. Her yarım saatte, soğuk içecek, dondurma molası vermekden mide bir müddet sonra isyan etmeye başlıyor.
Bu İspanyolların AB’ye gireli kaç yıl oldu? Ne zaman İngilizce öğrenecekler. Ne genci ne yaşlısı biliyor. Türkiye metrolarında ‘next station is ....’ derken, ortak lisanı İngilizce olan AB üyesi İspanya’da metrolarda İngilizce konuşmuyor metroların metalik sesli bant kayıtları.
Sakın kredi kartım var nasılsa diye gönül rahatlığıyla gitmeyin oralara. 80 euroluk flamenko gösterisini bile nakit ödemeniz gerekiyor. McDonalds’da iki cola 5 euro tutuyor, tevekkeli değil İspanyollar tatile Türkiye’ye geliyor.
Evlerin camları sıcaklık yüzünden ufacık. Hasır uzun perdelerle dışardan kaplanmış. Bazılarının dışlarına bereket sembolü olarak buğday başakları konmuş. Balkonların altından baktığınız da bile çini döşemeler görüyorsunuz. Sıcakdan gün boyu herkes kapalı camlar ve kapılar ardında. Siesta’ya hakikaten ihtiyaçları var bu insanların. Daracık sokaklar yapmışlar ki evler birbirlerine gölge yapsın. Bu da yetmemiş, sokakların üstüne kumaş germişler çadır gibi, gölge yapsın diye.
TOLEDO
Toledo tepede kurulmuş Ortaçağdan kalma bir şehir. Surları, nehir üstündeki taş köprüsü, dar sokakları, pencerelerden sarkan armalı flamaları ile romantik mi romantik! Katedralinde El Greco’nun meşhur kontun gömülme sahnesini anlatan resmi var. Söylenene göre kont zenginlerden alıp fakirlere dağıtan bir adam olduğundan çok sevilen biriymiş o yüzden de gömülürken iki aziz gözükmüş.
Katedral İspanya’nın en büyük üçüncü katedrali. Katedralin çanı o kadar büyük ki bir kere çalınmış ve şehrin tüm camları kırılmış. O gün bugündür de bir daha çalmamışlar. Katedralin ahşap işlerini yapan Domingo usta, 11 sene parasını alamadan çalışmış ve ölmüş. Ölmeden de hıncını almış. Parasını almadığına dair bir ibareyi başpiskoposun sandalyesinin arkasına kazımış.
Bugünlerde katderallerde elektrikli mum yakmaya başlamışlar, parayı atınca otomatik elektrikli mum yanıveriyor. Katedral tavanlarından sarkan kırmızı püsküllü şapkalar kardinallerin nerede gömülü olduğunun bir işareti.
Yol boyunca son derece düzgün bir sırayla dikilmiş zeytin ağaçları var. Zeytin üretiminde ön sıralarda İspanya.
BARCELONA
Hava sıcak ya, broşürünü görüp anında serinleme isteğine tutulduğum buz bara gidiyorum. İçerisi sürekli -5 derece. Önce eldiven ve mont dağıtıyorlar. Bardaklar da buzdan. Dudaklarım yapışıp kalır mı acaba? Koltukdan masaya bara kadar buzdan yontulmuş. Televizyonda da tabii ki kutup ayıları ve Alaska var. Barmenden cola istiyorum ama cola ılık bardak buz olduğundan çatlıyor bardağım. Burnum donmaya başlayıp sıcağı arayınca ayrılıyorum hayatımın ilk buz barından.
Pueblo Espania’ya da İspanya’nın farklı bölgelerindeki evleri, mahalleleri yeniden yapmışlar, dar sokakları, dükkanlarıyla görülmeye ve şarap içip keyif çatmaya değer bir yer.
GRANADA
Karlı Sierra Nevada dağları bizim bulunduğumuz yerden bakınca 41 derece sıcakda nasıl olur da erimiyor acaba diye merak ettiriyor insana?
El Hambra kızıl toprak anlamına geliyor. 365 odalı bir saray burası. Taşlar dantel gibi işlenmiş izlenimi veriyor. Her yerde turunç, portakal ağaçları var. 15. yüzyıla kadar portakal nedir bilmezlermiş buralarda. Çin’den portakal aşısı geldikten sonra öğrenmişler portakalı.
Sarayın duvarlarında resmedilmiş yahudi yıldızı cennetin köşelerini ifade ediyor.
CORDOBA
Vizigot ve Vandallardan kalan su kemerleri ve sütunları gören Emeviler o sistemleri camiye taşımış. 120 sütun var bir zamanlar camii olan bu katedralde. Aynı anda 30,000 kişi dua edebilecek kadar büyük burası. Bir zamanlar yunancadan Arapçaya kitaplar çevrilmiş kütüphanesinde, 600,000 el yazması eser varmış. III. Fernando buraları fethedince kütüphane yakılmış. Aynı Efes, Bergama ve İskenderiye kütüphaneleri gibi.
1961’de Pakistan cumhurbaşkanı burada cemaat yeniden müslüman olsun diye dua edince o güne kadar camii katedral diye geçen ismi bir anda katedrale çevrilmiş.
Sokakda Afrikalı bir adam ve İspanyol rehberine rastlıyorum. Mozambiğin en ünlü şarkıcısıymış meğer. Biraz araştırıyorum. Mozambik şarkıları Portekiz fadolarından çok etkilenmiş meğer.
İşkence müzesine gidiyorum. İnsanoğlu neler keşfetmiş başkasına acı vermek uğruna. İnsanların bacaklarına ağırlıklar bağlayıp tahta kazıklara oturtmuş ki kazığa daha fazla saplansınlar ya da tabut gibi içi dikenlerle kaplı kutulara kapatmışlar onları. Bu da yetmemiş boğazlarına bir kelepçe takmışlar, kelepçenin ucuna da iki ucu çatal gibi bir çıkıntı. Boynunu dik tutmazsan ya da konuşmaya kalkarsan hatta öksürürsen bile girirverirmiş o çatal boynuna. Ceza daha da ağırlaştırılmak istenirse bu sefer de metal dikenli bir kelepçe takılırmış bedene, dikenler vücuda batacak şekilde. Yara açılınca da et yiyen kurtcuklar konurmuş yaraya. Yok canım atıyorsun demeyin, müzede böyle yazıyor. Kutsal engizisyon suçluları itirafa zorlayabilmek için bulmuş tüm bu yöntemleri. Bu arada Avrupa Osmanlılara ne diyordu, hatırlayalım, ‘barbar Türkler’. Yahudileri engizisyondan kurtarmak için İspanya’ya gemi yollayan kimdir? Yavuz Sultan Selim! Başka sorum yok sayın hakim!
SEVILLA
Boğa güreşlerinin yapıldığı en eski arenalardan biri burada. Katalan bölgesinde boğa güreşleri yasaklanırken burada serbest. Bir gösteride 6-8 boğa telef oluyor. Önce mızrak saplanmış acı içinde boğa koştura koştura arenaya çıkıyor ve acemi 4-5 matadora saldırmaya çalışıyor. Onlarsa tahta perdelerin arkasına saklanıyor. Hayvan sinirle tahta perdeye saldırıyor. Ardından at üstünde gelen bir kişi mızrakla hayvanın sırt kaslarını zedeliyor. Bu da yetmiyor, matador elinde iki mızrak ortaya çıkıyor bale yapar gibi estetik hareketlerle en vahşi saplamayı gerçekleştirip hayvanın sırtına geçiriveriyor mızrakları. Yanındaki çömezlerse hayvanı oyalıyor bu arada. Hayvana yapılan adaletsizlik karşısında o kadar üzülüyorsunuz ki  hayvanı tutar oluyorsunuz. Matador hayvanla bir müddet daha kedi ciğer misali oynadıkdan sonra uzunca bir kılıcı saplayıveriyor yüreğine, yıkılıveriyor gururlu hayvan. Ponponlarla süslenmiş gözü kapalı atlar çıkıyor sahaya, çekiyorlar boğanın cansız bedenini içeri. Boğa kuyruğu spesialite çevredeki lokantalarda.
Endülüs İspanya’nın en çok beğendiğim bölgesi... Alkazar sarayının bahçesindeki havuzlar çiçekler, Cordoba kalesinin uzakdan masalsı görünüşü, Granada’daki Albaizin çingene bölgesinin daracık yollarında kendinizi kaybedip benliğinizi aramak...Başlı başına bir deneyim Endülüs.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Hindistan'da Kızların Önemi

http://news.yahoo.com/s/ap/as_india_no_country_for_little_girls

1 Mayıs 2011 Türkiye Gazetesindeki Röportajım

http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?id=489061



Pazar Kahvesi
Betül Altınbaşak
betul.altinbasak@tg.com.tr
01 Mayıs 2011 Pazar
Ev, araba almadı dünyayı gezdi

> Mehpare Sözener, seyahat ettiği ülkelerle ilgili bize bilgiler verdi.

SUNUŞ
Ünlü gezgin ve Finans Uzmanı Mehpare Sözener, kendisini şu cümlelerle tanıtıyor:
“1967 Kandıra doğumluyum. Işık Lisesi 1983, Boğaziçi Üniversitesi 1988, Wayne State University-MBA 2000 mezunuyum. Emlak Bankası ve Marmara Bankası’nda hazine bölümünde, Tourama Tourism’de finans ve pazarlama bölümünde çalıştım. 1996’da Michigan’a yerleştim ve 13 sene yaşadım. JP Morgan Chase ve Fifth Third bankalarında ticari kredilerde mali tahlil uzmanı olarak kariyerime devam ettim. Royal Bank of Scotland’ın Michigan bölümünde müdür olarak çalıştım. 40’tan fazla ülke gezdim. Bu ülkeleri gezerken halklarıyla tanıştım, dinledim, notlar aldım, kültürlerini öğrenmeye çalıştım. Gezip gördüklerimle ilgili ülkemiz başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde seminerler verdim, projelerde bulundum. ABD’de “Dünyada Barış” adlı vakfın çalışmalarında gönüllü olarak liderlik yaptım ve En Başarılı Gönüllü Ödülü’nü aldım. Yazılarımdan bazıları Cosmopolitan’da, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği ve Michigan Türk Derneği’nin dergilerinde yayınlandı. Şu anda da www.kadinnissimo.net adlı sitede yazıyorum ve http://kulturelfarkliliklar.blogspot. com/ adlı bir blog’um var. 2009’dan beri de Kültürel Farklılıklar Çalıştaylarını, Fındıklı Kafika’da gerçekleştiriyorum...”


TAM 47 ÜLKELİK SAFARİ
Birçok okul bitirmesine rağmen, “çok okuyan mı, çok gezen mi” sorusuna hiç düşünmeden “çok gezen” cevabını veren Finans Uzmanı Mehpare Sözener, 40’tan fazla ülkeye gitmiş. Onun için modern zamanın Evliya Çelebisi demek çok da yanlış olmasa gerek...

SİYAH VE BEYAZIN AYNI OLDUĞUNU ÖĞRENDİM
Hâlâ öğrenmeye devam ediyorum. Seyahatlerim sayesinde hiçbir şeyin beyaz ya da siyah olmadığını öğrendim. 47 ülkeden kum getirdim, hepsinin rengi ve yapısı farklı ama hepsi kum... Dünyadaki insanların da hepsi farklı ama hepsi insan.



Geziyor, araştırıyor, öğreniyor, öğretiyor; gördüklerini, öğrendiklerini kaleme alıyor... Bununla da kalmıyor, gittiği yerlerde gönüllü faaliyetlere katılıyor, seminerler veriyor, milletler ve kültürler arasında köprüler kuruyor. Kelimenin tam anlamıyla sınırları aşıyor, uzakları yakın kılıyor. Bir seyyah olan Finans Uzmanı Mehpare Sözener bu pazar da ayağının tozuyla sayfamıza konuk oldu. Buyurun efendim seyahatimize...

Gezme merakının kaynağı nedir?
İlkokuldayken siyah beyaz televizyonumuzda her hafta farklı ülkelerden çocukların oyunlarını, hayat stillerini gösteren bir program vardı. Program başladığında televizyonun önüne yapışırdım âdeta. Hep o çocuklarla beraber ülke ülke gezmek, onlarla yaşamak isterdim.


FARKLILIKLARI GÖRDÜM

Peki seminerler nasıl başladı, hedef kitle kim?
Global bir dünyada yaşamaktayız. Çin’in soya fasulyesine olan talebi Brezilya’daki çiftçilerin yağmur ormanlarını yakıp tarla açmasına sebep oluyor ve tüm dünya bundan etkileniyor. Japon ve Amerikan firmalarının, öndeki araba yavaşladığında kendi kendine fren yapabilen arabaların üstünde çalışması Hindistan’da yıllardır otobüs ve trenlerin üstünde ayakta hiçbir şeye tutunmadan giden yolcuların umurunda mı? Araba firmaları ürünlerini tüm dünyada sattığına göre farklı ülkelerin taşıtları ne şartlarda kullandığını bilmek zorunda. Her ülke, her kültür farklı. Farklılıklarımızı anlayamadığımız sürece birbirimizi yargılamak, ya da farklı piyasaları anlayamayıp etkin çalışamamak çok doğal. Oysa hepimizin farklı olduğunu kabul edip yola çıkarsak ortak paydada buluşmak daha kolay. Seminerlerimi bizi birbirimizden farklı yapan başlıklar altında topladım; iş ahlakımız, gelenekler, festivaller, aile yapısı, sokaklarda gördüklerimiz, yiyeceklerimiz, dinlerimiz, kıyafetlerimiz, doğalarımız vs. gibi... Amacım katılımcıların hem global dünya ihtiyaçlarının farkında olmasına yardımcı olmak, hem de her alanda kendinden farklı olanı korkusuzca kabul etmesini sağlamak. Dünyanın nasıl bir yer olduğunu merak edenler, gezmeye gönül verenler, ülkeler bazında neden farklı olduğumuzu anlamak isteyenlere de hitap ediyor bu seminerler.

3 DOLARA HAYAT KURTARMAK

Seminer ve gönüllü faaliyetlerle çevrenize yararlı işler yapıyorsunuz. Gezilerin size faydalarını sorsak...
Öncelikle, kendimi tanıyorum. Önyargılı olmadığımı sanırdım. Oysa Nepal’de saçı sakalı birbirine karışmış adamdan kaçarken, Nepalli rehberin ona kutsal adam demesi beni hâlâ çileden çıkarabiliyorsa demek ki kendimi çok yanlış tanıyormuşum. Öğrenmeye devam ediyorum. Hiç birşeyin beyaz ya da siyah olmadığını öğrendim. Hayatta öncelik sıralarını düzenlemeyi öğrendim. 5 dolara Kamboçya’da 3 kişinin hayatını kurtarabiliyorsunuz. Nasıl mı? Cibinlik alarak. Sıtma büyük sorun o coğrafyada. Tahiti’de, Laos’da ya da Tibet’deki insanlar bizden daha az mutlu değil. Demek ki mutluluk denen şey materyallere bağlı bir şey değil. 47 ülke gezdim, farklı ülkelerden kum örnekleri getirdim ve hepsini cam kavanozlara koyup etiketledim. Sonunda gördüm ki hepsinin rengi ve yapısı farklı ama hepsi kum. Dünyadaki insanların da hepsi farklı ama hepsi insan.

PARA OLMADAN GEZİLİR Mİ?

Gezmek için zenginlik şart mı?
Kesinlikle hayır ama vizyon sahibi olmak gerekir. İlk işe başladığım sene, yurt dışına gitmeye karar verdim. En yakın arkadaşımsa araba alıyordu. İş yerindeki müdür yardımcılarından biri, “Neden seyahate para harcıyorsun, bak döndüğünde arkadaşının arabası olacak, belki evi olacak ama seninse hiçbir şeyin” dedi. Ben de “Benim de anılarım ve resimlerim olacak, araba eskir ama anılar eskimez” dedim. ABD’de yaşarken Hindistan ve Nepal turunu gerçekleştirebilmek için bir sene boyunca neredeyse dışarda yemedik, içmedik, sinemaya gitmedik. Herşey neyi tercih ettiğinize, ne için ne kadar fedakârlık yapabildiğinize bağlıdır.

Peki turları mı tercih edersiniz yoksa bireysel gezileri mi?
Bireysel gezileri tercih ederim. Hele bir de o ülke vatandaşının evinde konaklayabilirsem daha da mutlu olurum. Danimarkalı, Belçikalı, İsveçli, İsviçreli ve Meksikalı arkadaşlarımın evlerinde kaldım. Belçikalı arkadaşımın evi o kadar eskiydi ki tuvalet bahçedeydi. İsveçliler için her şey doğal. Meksikalılar ise oldukça kibardı. 1988 Gilbert kasırgasından Monterrey’de mahsur kaldık. 45 senedir kuru olan nehir, kasırgadan sonra çağlamaya başladı, şehrin batısı ve doğusu arasından ulaşım kesildi ve Meksikalılar bizi rahat ettirmek için ne yapacaklarını şaşırdılar.

KALBİM KAMBOÇYA’DA KALDI

Bundan sonraki hedefleriniz, planlarınız neler?
Gezilerimi ve özellikle de karşılaştığım kültürel farklılıkları anlattığım kitabımı henüz ünlü olmadığım için bastırmakta zorlanıyorum ve bir yayınevi arıyorum. Televizyonda gezdiğim yerler ve karşılaştığım ilginç kültürler hakkında söyleşi programları yapmak istiyorum. En büyük hayallerimden biri de bir gün Kamboçya’da bir insani yardım projesinde çalışmak. Neden Kamboçya? Çok fakir olmalarına rağmen dilenmeyen insanlarla karşılaştım yol boyunca. Tüm gün çalışan bir baba ailesine günde sadece 2 kez yemek yedirecek para kazanabiliyor. Mekong nehrinin üstünde tekneden yapılma bir okula gittik. Gencecik bir öğretmen ders veriyordu, 12 yaş çocuklarına...
O çocuklar İngilizce konuşuyordu, inanamadım. Oysa “high-tech” Japonlar el kol hareketiyle yol tarif edebiliyordu. Bu çocuklarsa sazdan yapılma, nehirde direklerin üstüne çakılarak yapılmış evlerde oturuyorlardı. Temiz suları yoktu. Dünyanın her yerinden insanlar 250 dolara kuyu açtırmış, bu kuyular 13 sene boyunca temiz su sağlayabiliyordu. İnsanların dikkatini çekmek içinse her yere kocaman panolarla bu kuyu Japonya’dan bilmem kim ailesince açıldı diye ilanlar koymuşlardı. O yılbaşı eski eşimle ben de birbirimize yılbaşı hediyesi olarak kuyu açtırdık Kamboçya’da...

250 DOLARA KUYU
Mehpare Sözener’in Kamboçya’da açtırdığı ve 250 dolara mal olan kuyunun başına konulan özel tabelada ay-yıldızlı bayrağımız da yer alıyor.


AVRUPA KOPYA GİBİ, ASYA’YI DAHA?ÇOK SEVDİM!
Mehpare SÖZENER, “Avrupa mı, Uzak Doğu mu?” sorusuna şu cevabı yapıştırıyor:?“Asya’yı çok seviyorum. Dilinden, kıyafetine, meyvesine, binasına kadar keşfedilecek bambaşka bir kültürün içinde buluyorum kendimi ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Avrupa bir iki ülkeden sonra birbirine çok benzemeye başlıyor. Ayrıca örneğin yüzlerce filmde gördüğüm Eyfel Kulesi’ni bir kez daha görmek heyecanladırmıyor beni...”


Peru’nun dağlarına ve Bora Bora adalarına hayran kaldım...

Gezdiğiniz yerler içinde en güzelini sorsak?
Dağlar bakımından en güzel ülke Peru. Devasa dağların önünde yok olduğunu hissediyor insan. Dünyada aslında bir hiç olduğunu anlıyor. Deniz bakımından en güzel yer ise Bora Bora adaları. Astronotların dediğine göre havadan gözüken en güzel adalar bunlar. Helikopterle geziyorum; sanki bir çocuk acemice resim yapmış. Denizi boyarken çala kalem mavi kullanmış, hatta öbek öbek dökmüş maviyi, karıştırmayı unutmuş. Su o kadar berrak ki havadan köpekbalıkları gözüküyor. Adanın etrafında mercan kayalıkları bir simit gibi duruyor ve kayalığın dışı lacivertken, içi firuze. Bitki örtüsü olarak ise Kamboçya kadar şaşırtan başka bir yer yok beni. Ağaçlar tapınakların ortasından çıkıp tapınağı ikiye yarmış. Bazı yerlerde kökler, spagettinin tencereden dökülmesi gibi dökülmüş. Arkeologlar tarihî tapınakları mı kurtarsın yoksa ağaçları mı bilemiyorlar.



Kadınlar güçlerini ispat etmek için kendilerini erkeklere dövdürüyor!

Peki, o kadar ülke gezdiniz, gördünüz... Karşılaştığınız ilginç durumlar nelerdir?
Etiyopya’da yerli kadınlar güzelleşmek adına dudaklarına tabak takıyor. Küçükken alt dudaklarındaki kası kesiyorlar ve gittikçe daha büyüyen tabaklarla alt dudaklarını büyütüyorlar. Yine bu kadınlar, erkeklere güçlerini kanıtlamak uğruna kendilerini erkeklere kızılcık sopasıyla dövdürüp sırtlarında yaralar açtırıyorlar. Meksika, koyu katolik bir ülke ama San Cristobal de la Casas’da hem Pagan hem de Katolik olan bir grup insan yaşıyor. Hastalanınca kiliseye gidip horozun boynunu kırıyorlar. Kola içip geğirerek kötü ruhların vücutlarını terk ettiğine inanıyorlar. Bhutan’da sigara içmek yasak ama kafa yapan bettle yaprağı çiğnemek serbest.

JAPONLAR NEDEN ÇİFT İSİM KULLANIR?
Japonlar da iş hayatında gerçek adlarından başka bir ad kullanıyorlar. Mesela benim adım Mehpare, işte kendimi Aslı diye tanıtıyorum ki iş hayatımla özel hayatımı ayırabileyim. İş toplantısında oturma protokolü de çok önemli Japonlarda. Bir sanat eseri, bir heykel ya da bir çiçek aranjmanı oluyor genelde toplantı odasında. En önemli müdür sırtı bu sanat eserine dönük olarak oturuyor ve onun bir parçası oluyor. Yani herkes müdüre bakarken bir yandan da sanat eserine bakmış oluyor. Yeni mezunlar ev kiralayabilecek kadar maaş alamadığından şirketler onlara yurt tahsis ediyor.

19 Mart 2011 Cumartesi

Peru 2002

LİMA


Halkın %45’i yüz kadar farklı yerli halkdan oluşmakta. Bir kısmının kökleri 15. yüzyıla İnkalara gidiyor.
İspanyolca devlet lisanı olmasına rağmen dünyanın en yüksek gölü olan Titicaca gölü civarında Aymara diğer yerlerde de Quechua konuşulur. Quechua lisanının Japoncaya benzediğini söylüyorlar. Bunun yanında otuzsekiz farklı lisan ve onbeş lehçe konuşuluyor. Hala İspanyolca bilmeyen büyük bir kitle var ve geleneklerini yüzyıllardır hiç bozmadan sürdürüyorlar. Şarkı söyler gibi konuşan jungle kadını Carato da burda yaşıyor. Malesef, alkolizm yerliler arasında büyük bir sorun ve ortalama yaş ellibeş.

Lima, Pasifik’le And’lar arasına sıkışmış bir şehir. Deniz nemi getiriyor, dağlardan geçemeyen nem “garua” yani sis olarak Lima’yı kaplıyor. Lima’ya Mayıs-Ekim arasında yerleşen sis, halkı “penas”larda yani barlarda buluşmaya itiyor.

8.yüzyılda Araplar, Kuzey Afrika’da Berber kabilelerini Müslüman yaptıktan sonra İspanya’ya beraber saldırmışlar. İspanyollarla evlenmişler ve çocukları Moor diye anılmaya başlamış. Yani Moor, melez atalara sahip kuzeybatı Afrika kıyılarında yaşamış halka verilen genel ad.

Lima’da 17. yüzyılda Moor’larce yapılmış San Francisco Katedralini geziyoruz. 25,000 parçadan oluşan yapboz bilmece misali tavan göz alıcı. Rehberin sözlerini duyunca inanamıyorum. Osmanlı’dan esinlenerek yapılmış Seville çinileri, geometrik süslerle bezenmiş cami kubbesi, martı yumurtasının beyazı kullanılarak yapılmış çimento, ve cumbalı evler… Çinilerde hiçbir canlı resmedilmemiş. Martı yumurtasına gelince, bu şekilde yapılan yapılar depreme dayanıklıymış, deprem anında dalgalanıp çökmezmiş. Aynı İstanbul camilerinde kullanılan method. Katedralin avlusu ve çesmesi ise gene Osmanlı özelliği diyor rehber. Su kutsal ruhu sembolize ediyor ve Müslümanlar da suyu hayat kaynağı olarak görmüşlerdi diye ekliyor. Rehber soruyor birşeyin olmasını isteyince ne dersiniz. “İnşallah”. Biz de “Ohallah” diyoruz.

Yapımında onsekiz karat altın kullanılmış katedralde, elbette İsa’nın son yemeğinin resmi var. Ama bu sefer yemek masasında Peru’nun meşhur Guine domuzu var, ekmek yerine ve acı chili biberi. Müslümanlar gibi masaya eğilerek yediklerini söylüyor rehber, ne demekse. Anlayacağınız İsa’nın resmi bile yerel öğeler taşımakta.

Aşk parkının mozaikleri Barselona’dan Gaudi’nin müzesinden getirilmiş, eskiden gençler bu noktaya Pasifik manzarasını seyretmeye sevgilileriyle gelirlermiş. Bakmışlar önüne geçemeyecekler bari bir park yapalım demişler. Bugün aşk parkı olan tek şehir olmakla oldukça övünüyor Lima.

Plaza de Armas şehrin en büyük meydanı, yani piyasa yeri. Dört yanı katedral, hükümet binası, belediye binalarıyla çevrili. Katedral beş kez baştan yapıldığı için bir sürü stile sahip. Kutsal engizisyonların suçlu bulduğu zavallıların infaz meydanıymış bir zamanlar bu meydan. 1821’de Peru bağımsızlığını bu meydanda ilan etmiş.

Museo de Oro del Peru, “Tumis” denen kurban törenlerinde kullanılan bıçakları, idolleri, altın tören kıyafetleri, silahlarıyla görmeye değer bir müze. Tumis küreğe benzer bir bıçak. Kürek kısmı keskin anlayacağınız. Müzedeki bilgiye göre bu bıçakla yapılan ameliyatlarda büyük bir oranda başarılı oluyormuş, İnkalar.

Farinelli filmini seyredeniniz var mı, ya da hatırlayanınız? Eskilerde Avrupa’da güzel sesli küçük erkek çocukları seslerini kaybetmesinler diye hadım ederlermiş. Castrato soprano erkek şarkıcılar çıkarmış böylece. Aynı gelenek Peru’da da sürdürülmüş.

Birini çağırırken parmağınızla çağırmak çok ayıp onun yerine elinizi düzleştirip yere paralel tutup el hareketi yapmanız gerekiyor. (1)

Peru’da birine yemeğe gidelim derseniz bu yemeği sizin ısmarlayacağınız anlamına gelmekte. Ekonomik şartlardan dolayı Perulular sizi eve davet edemiyorlar. Eğer ederlerse de bir saat geç gitmek kabul edilir bir sosyal olgu. (2)

CUSCO

Lan Peru havayollarıyla Cusco havaalanına inmek üzereyiz ama ortada dağlardan başka birşey gözükmüyor. Terminalde yerli kıyafetleri içinde bir müzik grubu karşılıyor bizleri. Bir yandan şarkı söylüyorlar, bir yandan da kasetlerini satıyorlar. Yetmiş milletten insan var, bu dağ kasabasında. Sırt çantalı serüven peşinde dağcılardan meraklı turistlere kadar. Nedense gelen her turistin bir hikayesinin olduğunu ve birşeyleri aramak için buralara geldiğini hissediyorum. Indiana Jones film setinde miyim yoksa? Bir duygulanıyorum, tutmasam kendimi ağlayacağım, hayır ne anlamı var ki şimdi. Daha önce ki hayatımda buraların çocuğu muydum?

Plaza de Armas meydanında iki bayrak yer alıyor, biri Peru diğeri ise gökkuşağı renklerinden oluşan İnka imparatorluğunun dört köşesini ifade eden İnka bayrağı. İnkalara göre gökkuşağı doğurganlık Tanrısıymış.

Kıyafetler yöreden yöreye o kadar değişiyor ki. Hepsi de birbirinden yaratıcı ve renkli. Ananasın sarısı, günbatımının kızılı, yaprağın yeşili, gecenin siyahı, narçiçeğinin kırmızısı doyasıya kullanılmış. Kare kartonun üstünü siyah bir kumaşla kaplayın, üstünü rengarenk sutaşlarıyla süsleyin, kenarlarına ister sarı ister portakal püsküller takın. İşte size Cusco’lu bir kızın şapkası. Sırtlarında da işli bir şal var. 1.50m boylarında rüzgar yanığı yanaklar al, Moğol karakteristikli yüzler. Koltuklarının altında ya keçi yavruları, ya lama, ya alpaca. Köpeklere yüz vermiyor, onlar. Birkaç nuevo sol karşılığında beraber resim çektirebilirsiniz. Pançolu ufak çocuklar, başlarında rengarenk papağanlar. Onları da çekmeden gitmeyin.

Futbolcuları antreman yaparken görüyoruz, bu yükseklikte koşabilen her yerde koşabilir tabii. Oysa biz iki adım attıkça nefes nefese kalıyoruz.

Coricancha İnka’ların en kutsal tapınağıymış. İnkalar tüm kutsal tapınaklarını Coricancha’dan çizilen düz çizgilerin üstüne inşa etmişler. Ayrıca İnkalar fethettikleri bölgeleri dörde bölmüşler, sonra da bu bölgelerden Coricancha’ya yollar çekmişler. Yani burda tüm yollar Roma’ya değil, Coricancha’ya çıkıyor. İnkaların zamanında tapınağın duvarları yediyüz adet som altın yaprakla kaplıymış ve herbiri iki kilo geliyormuş.

İnkaların inşa ettiği Coricancha tapınağının ana duvarlarını kullanıp gerisini yıkan Pizarro, bu tapınağın yerine Santo Domingo kilisesini yapmış. 1950 ve 1980 depremlerinde kilise büyük hasar alırken İnkalardan kalan duvarlara birşey olmamış. Şu vahşi İnkalılar medeni İspanyollardan öclerini sessiz sedasız almışlar anlayacağınız. Taşlar birbirine öyle güzel oturtturulmuş ki, bir duvarın nerede bitip diğerinin nerede başladığını anlamak için parmağınızla takip etmeniz gerekiyor.

İnkalar şehirlerini kutsal vadide (sacred valley) kurmuşlar ki her yerden yiyecek getirilebilsinler. Kutsal Vadi jungle’a sadece bir saat uzakta. Puka Pukara Kırmızı Ormanı, İnka patikasında dinlenme yeri yani “tambo” olarak kullanılmış, çünkü İnkalar günde yedi saat yürüyorlarmış. Evlerinin önünde sopa üstüne asılı kırmızı bir torba görürseniz bilin ki Tanrılara “cica” yani mısır birasını adak olarak sunuyorlar.


Her ne kadar Amerikalılar “sexy woman” diye telaffuz etseler de “Saqsaywaman” kelimesi “doymuş şahin” anlamına geliyor.  Zigzag şeklinde yerleştirilmiş ortalama 360m uzunluğunda duvarlarla kaplı bir güneş tapınağı burası. Tapınağın duvarı zigzag şeklinden olduğundan düşman askerleri saldırdığın da sırtlarını güvenceye bir türlü alamıyorlarmış, çünkü zigzağın diğer tarafından ev sahibi saldırıveriyormuş.

Uzunluğu dokuz metreye, genişliği de beş metreye varan taşlar var bu duvarda. Bazı taşlar ikiyüzelli ton ağırlığında. Otuz km uzaktaki taş ocağından taşları buraya taşıdıkları iddia ediliyor. İnkaların tekerleği de keşfetmemiş olduğunu eklersek, işin zorluğunu varın siz düşünün. Lamaların da bu taşları çekebilmesi pek olasılık dışı gözüküyor. Bir de bütün bu inşaatın oksijen seviyesinin düşük olduğu deniz seviyesinden 4.267m yüksekte yapıldığını ekleyin hesaplarınıza. 20.000 işçi çalışmış bu tapınakta. Arazide bugünkü gibi dümdüz değilmiş tabii, o da işçiler tarafından düzeltilmiş.  Peru’nun Ekvatora onüç derece uzaklıkta olduğunu bildiler de mi yaptılar, yoksa tesadüf mü bilinmiyor ama güneş tapınağındaki duvarlar onüç derece açıyla birbirine oturtturulmuş.

Tambomachay, İnkaların hamamları… Suya tapan İnkaların kutsal yerlerinden biri. Suyun lavabodan akışına benzer helezon şekilde resimlerine tapıyor, İnkalar. İnsanların bu tapınakta Tanrılara kurban edildiği sanılıyor. Akiya’lar yani seçilmiş kadınlar için, Tanrılara kurban edilmek büyük bir onurmuş. Adak edilmeden önce süregelen bir haftalık festivalde kızlara özel bir içecek verip halüsinasyon görmelerine sebep oluyorlarmış.


Duvarlar ve teraslardan oluşan askeri bir kompleks, Ollantaytambo. Taş ustaları çimento türü hiç bir madde kullanmadan lego sistemiyle bu taşları birbirine gümüş ve bronz civatalarla kenetlemişler. İnşaatı iki yumruk üst üste gibi düşünün. Böylece deprem anında dalgalanmasını kolaylaştırıp esneklik yaratmışlar, böylelikle çatlak ya da çökme tehlikesi olmamış. Bazı taşların oniki köşeli olduğunu düşünürseniz, bunun bir hayli beceri isteyen bir iş olduğunu anlarsınız. Taşlar birbirine o derece güzel oturtulmuş ki, aralarına jilet koymak bile imkansız. Torontoy kalıntısında kırkdört kenarlı taşlar bulunmuş. O taşı kırkdört kenardan kırkdört taşa oturttuğunuzu düşünsenize siz. Demek  ki takım çalışması ve ruhu herşeyi başarabilir. Yoksa din, korku ve zor kullanma mı?

Üçyüzseksen adet teras var burada. Geniş olanlar tarım için, dar olanlar su toplamak için kullanılmış. Karşı dağlara ise tahıl depoları yapılmış, ve hala kullanılmakta. Bir sürü penceresi var bu depoların. Pencereler doğal havalandırmayı ve soğutmayı sağlamakta.

Yucay’dan önce trenle iki saatte Aguas Calientes’e geliyoruz. Tren istasyonunda rengarenk alpaca yününden halılar satıyorlar. Kimi geometrik desenli kimi Peru köy manzaralı. Oldukça iri taneli haşlanmış mısırlar ve diğer hediyelikler yol boyunca satılıyor. Trenin içi oldukça modern. Kuş ve diğer jungle hayvanlarının teypteki sesleri eşliğinde yola çıkıyoruz. Sık sık yiyecek, içecek ve hediyelik satıyor düzgün giyinimli hostesler, aynı uçak servis arabaları gibi arabalarda. Hatta mate de coca bile ikram ediyorlar. Yok canım, sıcak kakao değil içtiğimiz, kokain bitkisinin yapraklarından yapılan bir çay. İçindeki enzimler yükseklik hastalığına iyi geliyor. Evet canım bildiğiniz kokain yaprağından yeşil çaya benzer bir çay yapmış, İnkalar. Coco insanı aç ya da susuz hissettirmiyor. Proteini bol bir çay. Güvenli canım, poşet çay halinde her yerde bulabilirsiniz. Peru’dan ayrılırken gümrükte polisler, sakın Amerika’ya sokmaya kalkmayın diye uyarıyor bizle.

Yükseklik hastalığı deyip geçmeyin, öğlen ikide yediğimiz peynirli pizzayı gece ikide henüz sindiremeyen Mete çarpıntı ve ateşle hastalanıyor. Otel alışık. Hemen İngilizce bilen bir doktor geliyor, oksijen tüpü getiriliyor. Her otelde var, 3,400 metredeyiz dile kolay?

Dönüşte tren Cusco’ya inerken önce geri geri aşağıya iniyor sonra yeniden yukarı çıkıyor, sonra yeniden aşağıya iniyor yarım saatten fazla bu şekilde zigzag gidiyoruz.

İnkalar pek fazla et yemezlermiş. Hayvanları avlamaları yasakmış. Lamalar İnkalar için kutsal hayvanlarmış. Her ne kadar yazı yazmayı bilmeseler de matematikde çok ilerilermiş. Yün ipliklerle hesaplarını tutarlarmış, yünlerin renkleri ve attıkları düğümlerle alışverişin detaylarını kaydederlermiş.

Machu Picchu, Cusco eyaletinin Urubamba şehrinde 1.500 ila 6.270 m yüksekte 32.500 hektara yayılmış 1400’lerden kalma her yanı dağlarla çevrili muhteşem bir İnka şehri.  Bilimadamlarına göre Machu Picchu İnkaların son başkentleri Vilcabamba’ya kaçmadan önce geçici olarak saklandıkları bir şehir. Machu Picchu bir zamanlar rahipler, sanatçılar ve mamacunas yani hayatlarını güneş tanrısına adamış seçilmiş bakirelerin şehriymiş. Birçok arkeolog bir konuda fikir birliğine varmış, Machu Picchu şehrinin inşaatı henüz tamamlanmamış ve inşaat bilinmeyen nedenlerle yarım bırakılmış.

Tarımları karlı dağların erimesiyle süzülecek sulara bağlı. Machu Picchu tapınağına gelen su, dağların tepesindeki iki kaynaktan getirilmiş. Tapınaktan da büyük kanallarla şehre dağıtılmış. Bu bile İnkaların hidrolik konusundaki bilgilerini ortaya koyuyor. Bunca sene sonra bile İnkaların yarattığı su kaynaklarını toplama sistemleri hala çalışıyor. İnkalar, Machu Picchu dağı elli derece eğimli olduğundan, şehirlerini erozyondan koruyabilmek için teraslama sistemini kullanmışlar.

Güneş tapınağı “Coricancha” onbuçuk metre çaplı yarı çember şeklinde yekpare bir granitten oluşuyor. Yetmişsekiz adet basamağı tırmandığınızda “Intiwatana” taşına erişiyorsunuz. Quechua dilinde “Inti” güneş, “wata” ise yıl anlamına geliyor.  Ortasında otuzaltı cm yüksekliğinde bir dikdörtgenler prizması var ve dört yönü gösteriyor. Yönler hem coğrafik, hem de manyetik olarak mükemmel doğrulukta. Sadece kuzeyde üç derece bir sapma var.  Bu taş gündönümü ve ekinoks zamanlarını ölçmeye yarıyor. 13 şubat ve 13 Ekim tarihlerinde güneş bu taşa direk olarak geliyor. Karşı dağın tepesinde de aynı saatin olduğu söyleniyor. Intiwatana taşı kimine göre güneş saati, kimine göre enerji taşı.

Güneş tapınağının doğu penceresi öyle güzel ayarlanmış ki, 21 Haziran’da güneşin doğuşuyla güneş bu pencereden içeri bir ışık huzmesi olarak giriyor ve güneş ışığı tapınağın ortasındaki altardan geçerken mükemmel bir şekilde ikiye ayrılıyor. 21 Haziran hem İnka takviminde ilk gün, hem de güneş festivalinin yapıldığı gün. 22 Aralıkda ise güneş güneydoğu penceresinden aynı mükemmelikde tapınağın içine giriyor.

Şehir hakkında teoriler ne olursa olsun Machu Picchu kuşkusuz ki kutsallığa adanmış bir başyapıt, oldukça spirütüel bir yer. Doğanın gücünü iliklerinizde hissediyorsunuz.

Machu Picchu’ya yarım saat mesafede Aguas Calientes, termalleriyle meşhur bir kasabacık. Kasabanın ortasından bir demiryolu geçiyor. Kasabanın anacaddesi işte burası. Tren günde birkez geçtiğinden o kadar sorun olmuyor, iki yandaki dükkanlar ve lokantalar için. Kasaba bir yanda dağ ve Urubamba nehri ile sınırlı.

Tren yolunun üstünde yürüyerek dolaşıyoruz kasabada, yaramaz çocuklar gibiyiz. Tüm ara yollarda kanalizasyon çalışması var, her yer kazık, tahta kalasların üstünden atlamak zorundayız. Yağan yağmur kazılıp bir yana konan toprakları çamurlaştırmış. Yollarda husky cinsi köpekler başı boş dolaşıyor. Kadınlar nehirde çamaşır yıkıyor.

Orkidelerin bu kadar minik çiçekler olabileceğini, büyüteçle detaylarına bakmam gerekebileceğini, taşta, ağaçta ve toprakta büyüyebildiklerini, yaprakların ortasından ya da altında çıkabileceklerini, kelebeklerin muzla beslendiklerini, diğer hayvanları korkutabilmek için baykuş gözlü kanatları olan çeşitleri olduğunu, diabetikler için kullanılan ilacın bitkisinin limon tadında olduğunu Machu Picchu Pueblo Otelinin bahçesindeki doğa turuna kadar bilmezdim. Orkideler ise polenlerini taşıyan kelebeği kendine çekebilmek için bu kadar güzel kokuyormuş. Bir tür mantarın üstünde orkide büyüyormuş. Mantar, orkide için gerekli nitrojeni üretiyormuş, işte size bir simbioz yaşam örneği.

Humming bird denen kuşlar içinse ağaçlara şekerli su kapları asmışlar. Bu minik kuşlar dakikada 160-200 arası kanat çırptıklarından enerjiye çok ihtiyaçları varmış.

Akşam bir pizzacıya gidip spagetti istiyoruz. Havuçdan oyulmuş uzun boyunlu bir kuşla geliyor yemeğim. Hem de ne oyulmak. Kanatları açık, tüyleri unutulmamış, gözler karabiber. Yanımızdaki masa et istiyor. Onlara havuçtan bir anne ve yanında çocuğu geliyor. Hem de Perulu kıyafetler içinde. Kadının sırtında bohçası, başında melon şapkası herşey düşünülmüş. Mükemmellik detaylarda gizlidir değil mi?

İnka-Cola ve chicha morado değişik tür mısırdan yapılmış alkolsüz içeceklerinden bazıları. Kolesterol olmayan Alpaca eti yiyorum. Lifli bir et. Tavukla et arası bir yerlerde. Lama etinden caki denen bir tür pastırma yapılıyor. Kemiklerindense iğne. Bu hayvanlar max 20kg yük taşıyabiliyor. Lamalar alpacaya göre daha ince boyunlu. Lamalar daha yağlı bir hayvan olduğundan yünü kullanılmıyor çünkü kokuyor.

Kiwicha, enerji kurabiyeleri balık yumurtasına benzer bir tahıl, üzüm, şeker karışımından yapılıyor. Amerikalıların rice cake’ine (pirinçli kurabiye) benziyor biraz. Kiwicha tahılı normal buğdaydan üç kat daha besleyici. Gazoz ve çorba yapımında da kullanılıyor.

Patates, mısır çeşitleri buradan dünyaya yayılmış. Bir zamanlar üçyüz olan patates çeşidinden ancak yüzü yetişiyor şimdi Peru’da. Onaltı çeşit mısır yetiştiriyorlar. Vadilerde mısır, dağlarda patates, jungle’da kokain, meyva ve kahve yetişiyor.

Geleneksel alkollü içecekleri Pisco sour içine yumurta karıştırılmış bir içki, ben bir yudumdan öteye gidemiyorum.

Vicuna bir tür alpaca. Vicuna’nın gırtlak tüyleri dört senede bir kesilip şal yapılıyor, şalların fiyatı 800$, paltoların fiyatı ise $5.000. Şallar sertifika ile özel tahta kutu içinde satılıyor. Vicuna yününden halının ise Peru dışına çıkarılması yasak.

Peru’da değil, sanki bir filmde seyirciyim, sürreal bir resim bu. Hele Cusco zaman tüneline takılmış bir yer. Acaba benim gördüğüm şu lama yavrulu kadını herkes görüyor mu? Şu yanımdan geçen rengarenk kıyafetli kadın gerçek mi? Dokunabilir miyim? Yoksa kaybolup gider mi? Parmaklarım bir hayale dalar gibi dalıp gider mi siluetinden.

DİPNOTLAR

(1) Peru, Rob Rachowiecki, Lonely Planet Publications, China, 2000, s.40
(2)Peru, Rob Rachowiecki, Lonely Planet Publications, China, 2000, s.40

6 Ocak 2011 Perşembe

BUTAN

BUTAN
‘Kuzu sampu’ yani merhaba Butan! İndiğimizde yağan yağmur dağları ve yeşilliği daha da ortaya çıkarıyor. Toprak kıpkırmızı. Evler Safranbolu evleri gibi cicili bicili, boyalı. Her bir tahtası rengarenk özene bezene boyanmış. İlginç bir resim de mevcut bu evlerin duvarlarında. Bu bereketi sembolize eden penis resmi. Bir tür selvi olan cypruss buraların milli ağacı. Kayalıklarda bile kök salabiliyor, aynı Butanlılar gibi. Sürekli cırcır böceği ve vadinin dibinde akan nehrin sesi yalıyor kulağımı.

30 yaşlarında kral yakışıklı sayılır, iyi eğitimli de. Festival boyunca üç gün halkının elini sıkıyor. Ee ülkede topu topu 700,000 kişi yaşıyor. Kralın babası dört kızkardeşle evli. Aileyi kapatmış anlayacağınız. Çocukları hem kardeş, hem kuzen. Kralın bir görevide dini seromonilere gelmesi. Gelmezse ve yağmur yağmazsa suçlanılacak kişi o!

Devlet ofislerinda çalışanlar geleneksel kıyafet giymek zorunda. Erkekler bir tür elbise giyip altına dizlerine kadar uzanan çoraplar giyiyorlar. Tapınağa girerken her erkeğin uzunca bir şal takması gerekiyor. Takmayanları uyarıyorlar. İnsanların statülerine göre şalın rengi de değişiyor. Kral sarı giyerken sokakdaki adam krem rengi giyiyor şalını. Yüksek düzey devlet yetkilileri ise kırmızı bir şalla bir kılıç kuşanıp giriyorlar içeriye. Tapınaklara kısa kollu bluzla girmek hoş karşılanmıyor. Budist geleneklerine göre tüm sunumlar tek sayı halinde olmalı ve yedi gökyüzünün yedi ilahı katına denk geliyor.

Tapınaklar hem dini hem de idari merkezler. Dış avluda devlet ofisleri iç avluda ise manastır bulunuyor. Tapınaklarda metal kullanılmamış, herşey geçme usulünce yapılmış. Evlerin çatıları yapılırkende çivi kullanılmamış, ensiz kalaslar bambu yardımıyla birbirine bağlanmış ve çatılar uçmasın diye üstlerine taş konmuş.

Dolunayda tapınaklar insanlar dua edebilsin diye gece açık bırakılıyor ve tüm dünya için dua eder, gelenler. Budanın dini amaçla yapılan resimleri festivaller haricinde bir perdeyle kapanıyor. Tanrısal bir şeye sürekli bakmak insanoğlu için iyi olmadığından bu çareye başvurmuşlar. İnsanlar bu resimlerden enerji ve güç alıyor. İki nehrin birleştiği yerde Punaka Dzong (tapınak) inşa edilmiş. Nehirlerin eril ve dişi olarak birleştiğine inanıyorlar. Tapınakların duvarlarında yılbaşı çamı süslerine benzeyen toplar bilgiyi temsil ediyor.  

11 yaşındaki çocuklar bile şakır şakır İngilizce konuşuyor. Billboardlarda İngilizce bildiriler var. Çiftlere dans yarışmasından, oy verip geleceğinizi belirleyin, kadınlar oy verin ilanlarına kadar herşey İngilizce.

Çocuk doğduğunda anne üç gün boyunca aile haricinde kimseyle görüştürülmüyor. Ancak ev tütsülendikden sonra misafirler kabul ediliyor. Gelenler giysi, mısır, pirinç ve un hediye getiriyorlar. Astrolog rahipler bebeğin ismini söylüyor ve uğurlu günlerini bildiriyor. Bebeğin ilk ismi doğduğu gün (Salı, Çarşamba vs.) ikincisi ise kutlu isimlerden biridir.

Hanımlar kirpikle kaşlarının arasına bir pirinç tanesi yapıştırıp dine uygun bir moda başlatmış. Çok eşle evlilik yaygın. Köylerde kadınlarda çok erkekle evlenebiliyor. Rehberin dediğine göre kapının önünde diğer erkeğin ayakkabısını gören koca eve girmiyor.

Çiftler evlenirken astrologlar düğün gününü belirliyor ve o kişinin doğru kişi olup olmadığını soruyor. Evlilik cüzdanı falan gibi birşey mevcut değil. Yöresel düğün kıyafeti giymiş çifti mutlu evliliği olan bir çift kapıda bekliyor. Zenginlik ve bereket sembolü olarak bir tas su ve süt ikram ediyorlar. Damat ve gelin birbirlerine pirinç şarabı ikram ediyor bu da paylaşmaya başladıkları anlamına geliyor. Evlenenlere tek sayıda beyaz fular hediye ediliyor.

Bebek cüzzamdan ölürse akbabalara yem ediliyor, başka sebeplerden dolayı ölürse nehre atılıyor. Bazı Butanlılar bu sebepten balık yemiyor. Ölümden sonra 21 gün boyunca beyaz dua bayrakları dalgalanıyor. Çocuk 2-8 yaş arasında ölürse rahibin dediği günde dediği tepeye çıkılıyor ve çocuk tepede geriliyor bir taşın üstüne ki akbabalar rahatça yesin. Vücut tamamen yenene kadar bekliyorlar o yüzden de çadır ve yiyecekle tırmanıyorlar tepeye. Bazen 2-3 gün sürüyor. Hava şartları kötüleşebiliyor. O zaman çocuğun kötü karması olduğuna inanılıyor. Kötü karması olan insandan sonra dokuz kişinin birden aynı köyden öleceğine inanıyorlar. Kalan kemikler toz haline getiriliyor. Bedenden hiçbir şey kalmasın diye özen gösteriyorlar.

9 yaşından büyük biri öldüğünde ise beden yakıldıkdan sonra kemikler taşla unufak ediliyor ve bu toz stupaya konup mağaralara bırakılıyor. Küller ise nehre dökülüyor. Ölünün ardından yedi gün boyunca kesintisiz dua okunuyor ki ruh yolunu bulabilsin. Vefatın ilk ve beşinci yıldönümünde gene dualar okunuyor ama sonrasında nasılsa başka bir vücutta şimdiye kadar doğmuştur diye okumayı bırakıyorlar. Okunmazsa ruhun gelip kendilerini rahatsız edeceğine inanıyorlar.

Ülkeye günde topu topu iki uçak iniyor. THY’dan 8 uçak aldıklarını söylüyor rehber. Zaten sokakdaki insanda GS, FB diyor, İstanbul dediğimizde. Trafik gene ters burada. Yollar daracık virajlı dağ yolları. Otobüs geçemediğinden minibüslerle dolaşıyoruz. Butan’da sigara içmek her ne kadar yasak olsak da sık sık deliniyor bu yasak. İlk kez yakalanana 500 rupie ceza ardındanda hapis geliyor. Parayla tahliye falanda yok. Halk bettle denen bir yaprağı çiğniyor onun yerine, aynı Hindistan’daki gibi. Kafa yapıyor diyor rehber.

Metal eşyası yani arabası makinası olan 17 Eylülde festivale gidip tanrılara dua ediyor, rahipler rengarenk kıyafetlerinde biteviye bir müzik eşliğinde dua ederken. Arabalar balonlarla çiçeklerle süsleniyor. Tanrı figürleri kutsanıyor ertesi gün nehre atılıyor ki bir sene boyunca metal eşyalar güvencede olsun, kazasız belasız bir seneyi daha atlatsın. Çoluk çocuk kadın erkek bayramlıklarını giymiş, yaşlılar ellerinde dua silindirleriyle festivale geliyor. Rahipler kendilerine ayrılan locadan seyrediyor festivali. Sahnenin yanında ise yüksekçe bir yerde deneyimli rahipler dua davullarını ve zillerini çalıyor.

Darji adlı bir Butan’lıyla sohbet ediyorum festival çıkışında. Alman ve Amerikalı işadamlarıyla beraber. Yatırımların ekolojik dengeyi bozmayacak şekilde yapılması için danışmanlık yapıyor.

Butan gazetesinde İngiltereden gelen bir danışmanlık grubunun Butan’lı politikacılara iki günlük demokrasi semineri verdiğini yazıyor. Bu seminerin amacı politikacılara görevlerini ve sorumluluklarını, parlamentonun komisyonların ne işe yaraması gerektiğini ve kuvvetler ayrılığı ilkesini anlatmak. Butan 2.5 sene önce demokrasiye geçmiş ve dediklerine göre koruyucu putları sayesinde işler iyi gidiyor. Bir diğer haber Doğu Butan’da 2005’den beri çalışmayan dializ makinasının sonunda tamir edildiği. Sonuncu ilginç haberse tacize karşı çocuk koruma ünitesinin devlet adına hizmet vermesi.

Sokaklardaki başıboş köpekleri getirene bir dolar ödüyor devlet ve bu köpekleri hadım ediyor. Damlarda uzaklardan kırmızı lekeler gözüküyor. Bunlar kurumak üzere bırakılmış chili biberi olduğunu görüyorum. Butan yemekleri oldukça acılı. Mantıya benzer momoları ise damak tadıma uygun. Tezgahlarda iplere dizilmiş yak peynirleri satılıyor. Süte batırıp kurusun diye asıyorlar. Kırmızı pirinç ve 400 çeşit mantar yetişiyor bu topraklarda. Tabii ki Japonların hayran kaldığı Shiitake mantarıda buralarda büyüyor.

Buralarda 8 ay yağmur yağıyor. Yollarda doğal olarak mariuana çıkmış. Çiftçiler yapraklarını ezip pirinçle karıştırıp domuzlara veriyor ki böğürüp durmasınlar.

Bu ülkelerde zaman, dua davulları çalıp, flütler üfleyip, mantralar tekrarlayıp, şakralara eller koyup, tütsüler, yak mumları yakıp, çanlar çalıp, tereyağlı çay içip, pirinçler alınlara yapıştırılarak geçiyor. Belki de ben öyle sanıyorum.